GİRİŞ


              Siyasi tarihe baktığımızda, farklı ideolojilerin zaman zaman kendilerine sözde "bilimsel" dayanaklar aramaya çalıştıklarını görürüz. İddialı siyasi teorilerle ortaya çıkan ideologlar, ortaya attıkları iddiaların "bilimsel" olduğunu öne sürmüş ve bu imajla birlikte kendilerine inanılırlık ya da meşruiyet sağlamaya çalışmışlardır. Örneğin Karl Marx ve Friedrich Engels, komünist ideolojiyi geliştirirken, tamamen "bilimsel" bir teori ortaya attıklarını öne sürmüşlerdir. Bu nedenle de komünistler, kendi ideolojilerine "bilimsel sosyalizm" demeyi tercih ederler.

           Elbette kendisini "bilimsel" ilan eden tek ideoloji komünizm değildir. Aynı şekilde ırkçılık ve faşizm de "bilimsellik" iddasıyla ortaya çıkmıştır. Hitler, Alman ırkının diğer tüm ırklardan üstün olduğu iddiasına dayanan ideolojisini, Almanların ve diğer ırkların kafataslarını ya da benzeri fiziksel yapılarını ölçerek sözde biyolojik yönden ispatlamaya çalışmıştır. Benzeri bilimsellik iddiaları, başka ırkçı ideologlar tarafından da tekrarlanmıştır.
Bunlar siyasi tarihin bilinen örnekleridir. Ancak biz bu kitapçıkta bunlar kadar ünlü olmayan, fakat aslında büyük önem taşıyan, özellikle de Türk Milleti'ni yakından ilgilendiren başka bir örneği inceleyeceğiz. İnceleyeceğimiz ideoloji, "Türk Düşmanlığı"dır. Bu kavram, kimi zaman bir tür ideoloji kimi zaman da en azından siyasi bir tavır olarak son birkaç yüzyıldır Batı dünyasında etkilidir.

               Türk düşmanlığı, önce Osmanlı'nın duraklama devirlerinde "Türkler Avrupa'dan silinip atılmalıdır" diyen Avrupalı devlet adamları ile başlamış, ardından Osmanlı'nın parçalanmasını hedefleyen 19. yüzyıl emperyalizminin temel düşüncelerinden birini oluşturmuştur. Kendilerini sözde "ileri ve medeni milletler" olarak gören kimi Avrupalılar, Türk Milleti'ni ve medeniyetini olabilecek en uzak coğrafyaya kadar sürülmesi gereken güya "geri ve ilkel" bir unsur olarak görmüşlerdir. Özellikle 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bu Türk düşmanı fikirler Avrupa başkentlerinde büyük etki uyandırmıştır. Ord. Prof. Enver Ziya Karal'ın yazdığına göre, o dönemde Avrupalılar arasında yaygın olan bu düşüncenin özeti şudur:

"Türkler sarı ırktandır. Turan kökenlidir. Göçebe ve zalim bir güruhtur. Her çeşit değişikliğe ve ilerleme fikrine düşmandır." 

                 Bu fikrin tarihin eski bir döneminde kalmış bir yaklaşım olduğunu düşünmek ise büyük bir yanılgı olur. Çünkü Türk düşmanlığı bugün de hala bazı Batılı çevrelerde son derece canlıdır. Başta Almanya olmak üzere Batılı ülkelerdeki Türk azınlıklara karşı şiddet eylemleri düzenleyen, savunmasız Türk soydaşlarımızı acımasızca katleden neo-Naziler ve benzeri faşist gruplar, Türk düşmanlığını bir ideoloji olarak benimsemişlerdir. Avrupa ülkelerinin çeşitli uluslararası siyasi platformlarda Türkiye aleyhinde sergiledikleri ön yargıların kökeninde de, 19. yüzyıldan miras olan Türk düşmanlığının kalıntıları yatmaktadır.

Kısacası, Türk düşmanlığı bir ideoloji olarak hala vardır ve canlıdır.

                  Bu noktada konunun ilginç bir yönüne dikkat etmemiz gerekir. Başta, farklı ideolojilerin kendilerine sözde "bilimsel" bir görüntü vermeye çalıştıklarından söz etmiştik. Acaba aynı durum Türk düşmanlığı için de geçerli midir? Bu fikrin gerisinde de ona "bilimsellik" boyası katan bir etken var mıdır?
İlerleyen sayfalarda bu sorunun cevabını inceleyeceğiz. Ve çoğu kimsenin şimdiye dek fark etmediği, ama gerçekte çok önemli olan bir bağlantıyı ortaya çıkaracağız. Bu, Darwinizm ile Türk düşmanlığı arasındaki bağlantıdır...
Evrim teorisinin kurucusu olan Darwin, Türk Milleti'ni "yarı maymun aşağı bir ırk" olarak tanımlayan ve yok edilmesi gerektiğini savunan fanatik bir Türk düşmanıdır. Dahası, ortaya attığı teori ile de Türk düşmanlığına sözde "bilimsel" dayanak kazandırmıştır. Günümüzün neo-Nazileri, hala Darwin'in Türk Milleti hakkındaki hezeyanlarından kuvvet bulmaktadırlar.
İNGİLİZ SÖMÜRGECİLİĞİ VE OSMANLI

             İngiltere 19. yüzyılın en büyük siyasi gücüydü. ABD'nin 20. yüzyılda elde ettiği "süper güç" konumu, 19. yüzyılda İngiltere'ye aitti. Britanya İmparatorluğu, dünyanın en güçlü donanmasına sahipti ve Hindistan'dan Güney Afrika'ya, Mısır'dan Avustralya'ya kadar uzanan bir coğrafyada koloniler edinmişti. İngiltere dünya ticaretinin de en güçlü unsuru ve belirleyicisiydi. Bugün "dolar" nasıl en geçerli uluslararası para ise, 19. yüzyılda da "pound" dünya piyasalarına hakimdi.
İngiltere'nin siyaseti daha fazla sömürge elde etmek ve bu sömürgeleri olabilecek en "verimli" şekilde kullanmak hedefi üzerine kuruluydu. Benzer hedeflere Fransa da sahipti ve iki ülke arasında kıyasıya bir "sömürgeleştirme" yarışı sürüyordu. Yüzyılın sonlarına doğru Almanya da bu mücadeleye katıldı ve daha önceleri başta İngiltere ve Fransa olmak üzere diğer Avrupalı ülkeler tarafından paylaşılmış olan sömürge bölgelerinden pay kapma çabasına girdi. Öte yandan Rus İmparatorluğu da topraklarını genişletme, sıcak denizlere inme stratejisi nedeniyle bu yarışın içinde ilginç bir yer tutuyordu. 19. yüzyıl üzerinde çalışan tarihçiler Avrupalı güçler arasındaki bu sömürge yarışını "Büyük Oyun" olarak tanımlarlar. 19. yüzyıldaki uluslararası ilişkilerin en önemli faktörü bu Büyük Oyun olmuştur.

                Büyük Oyun içinde Osmanlı İmparatorluğu'nun müstesna bir yeri vardı. Çünkü İmparatorluk, Balkan Yarımadası'nın batı sınırlarından Arabistan Yarımadası'nın en ucuna kadar uzanan ve tüm Ortadoğu ile Kuzey Afrika'yı içine alan dev bir coğrafyayı kontrol ediyordu. Ancak İmparatorluk büyük bir askeri güçle elde ettiği ve asırlar boyunca da istikrar ve düzen içinde yönettiği bu coğrafyayı kontrol etmekte zorlanır hale gelmişti. Bunun en önemli teknik nedeni, İmparatorluğun Batı'daki gelişmeler karşısında kayıtsız kalmasıydı. Osmanlı İmparatorluğu, Batılı güçlerin geliştirdikleri teknolojiye uzunca bir süre kayıtsız kalmış, devlet yapısını güçlendirmek için uygulanması gereken reformları çok geç devreye sokmuştu. 19. yüzyılda bu sorunu en isabetli bir biçimde teşhis eden ve çözümü için de etkili tedbirler alan hükümdar Sultan II. Abdülhamid oldu. Abdülhamid, ordudan donanmaya, posta hizmetlerinden demir yollarına, bilimsel eğitim veren okullardan modern askeri mekteplere kadar her alanda ciddi bir modernleşme programı başlattı. (Ancak Abdülhamid'in açtığı okullarda okuyup yetişen bir kısım "yeni yetme" subay, bu programın önemini kavrayamayarak birtakım Batılı ideolojilere kapılacaklar, sonunda büyük Sultan'ı tahtından indirecekler ve kendi kişisel hırslarının ve maceraperestliklerinin sonucunda dev imparatorluğu on yıl içinde çöküşe götüreceklerdi.)


Sultan II. Abdulhamid, Osmanlı İmparatorluğu'nu modernleştirmek için büyük çaba harcamıştı.
             Osmanlı İmparatorluğu'nun bu durumu, Büyük Oyun'un hakimlerini çok yakından ilgilendiriyordu. Çünkü İmparatorluğun kontrol ettiği topraklar tek kelimeyle "iştah kabartıcı" idi. Rusya zaten çoktan beridir Osmanlı topraklarını işgal ederek İstanbul ve Çanakkale'yi ele geçirmek, böylece Akdeniz'e çıkış sağlamak istiyordu. İngiltere ve Fransa açısından da İmparatorluğun Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki toprakları çok önemliydi. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında petrolün öneminin keşfedilmesi, daha sonra da en zengin petrol yataklarının Ortadoğu'da bulunduğunun anlaşılması, Osmanlı'yı Büyük Oyun'un en önemli hedefi haline getirdi.
Büyük Oyun'un en önemli unsuru ise, başta da belirttiğimiz gibi, 19. yüzyılın süper gücü olan İngiltere'ydi.


İNGİLTERE'NİN OSMANLI SİYASETİ

                İngiltere'nin sömürgecilik yarışının en önemli unsuru olduğunu, bu yarışın da Osmanlı'yı hedeflediğini belirttik. Ancak bu teşhis, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreğini içine alan dönem için geçerlidir. Bundan önce, yani 19. yüzyılın önemli bir bölümüejik çıkarları gerer politika izlemiştir.
İngiltere'nin Osmanlı Devleti ile olan ilişkileri Britanya İmparatorluğu'nun Yakın Doğu'da önemli topraklar elde etmesiyle başladı. Ticari anlaşmalarla sınırlı ilişkiler 1757'de İngiltere'nin Hindistan'ı ele geçirişiyle siyasi ve stratejik bir önem kazandı. Osmanlı İmparatorluğu Hindistan'a kadar uzanan hem kara hem de deniz yollarına sahip güçlü bir imparatorluktu ve İngiltere iyi ilişkiler kurmayı tercih etmişti.

                    İngiltere'nin 19. yüzyılın büyük bölümünde Osmanlı yanlısı bir siyaset izlemesinin en büyük nedeni ise, Rusya faktörüydü. İngilizler Rusya'yı tehlikeli bir güç olarak görüyorlar ve Moskova'nın sıcak denizlere yayılma stratejisini endişe ile izliyorlardı. Rusya'nın bu hedefinin engellenmesinin en etkili yolu ise, Osmanlı'nın Rusya karşısında desteklenmesiydi. İngiltere için Osmanlı Kuzey Asya'daki Rus nüfuzu ile güneydeki kendi etki alanı arasında iyi bir tampon bölge ve ayırıcı duvardı. Bu düşünceyle İngiltere, yüzyılın ortalarından itibaren ortak bir strateji izlemeye başladığı Fransa'yı da yanına alarak, Osmanlı'nın yanında Rusya'ya karşı savaşa bile girdi: 1853-56 yıllarındaki Kırım Savaşı, İngiltere, Fransa ve Osmanlı ittifakının Rusya'ya karşı kazandığı bir mücadeleydi.

                    Ancak 1870'lere gelindiğinde İngiltere'nin stratejisi ciddi bir biçimde değişmeye başladı. İngilizler, Osmanlı'yı Rusya'ya karşı ayakta tutma politikasından kademeli bir biçimde vazgeçerek, Osmanlı'yı parçalayıp paylaşma planları kurmaya başladılar. Bunun en açık ifadesi ise, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın (93 Harbi olarak da bilinir) ardından imzalanan Berlin Anlaşması idi. Savaşta Osmanlı ordusu büyük kayıplar vermiş, Ruslar Kars, Ardahan ve Batum'u işgal etmişler, Balkanlar'da ise İstanbul yakınlarına kadar ilerlemişlerdi. Bunun ardından imzalanan Ayestefanos Anlaşması Rusya'ya çok büyük imtiyazlar tanıdı ve işgal edilen bölgelerin bir kısmını da Rusya'nın yönetimine bıraktı.
Başta İngiltere olmak üzere Avrupalı güçler bu anlaşmadan büyük rahatsızlık duyarak Rusya'yı Berlin Konferansı'na katılmaya zorladılar. Bu konferans sonucunda kabul edilen Berlin Anlaşması (1878) ise İngiltere ve Fransa'nın "Osmanlı'yı ayakta tutma" stratejisinin artık tarihe karıştığını gösteriyordu. Berlin Anlaşması ile Osmanlı, tarihinin en büyük toprak kayıplarından birini yaşadı. Kars, Ardahan ve Batum Rusya'ya bırakılırken, Balkanlar'da Osmanlı toprakları adeta "dağıtıldı" ve Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Karadağ gibi bağımsız devletler meydana getirildi. Bosna-Hersek ise Avusturya- Macaristan'ın işgaline bırakıldı. İngiltere ve Fransa Osmanlı'nın parçalanmasına ön ayak olmuşlardı.
Nitekim 1878'den sonra İngiltere'nin stratejisi çok açık bir biçimde Osmanlı'yı parçalamaya yönelik oldu. 1882'de bir Osmanlı toprağı olan Mısır İngiliz orduları tarafından işgal edildi. Bundan sonraki dönemde İngiltere hep Osmanlı aleyhtarı bir politika izlemeye devam etti. İngiltere-Fransa ittifakı ile Rusya'nın 1907 yılında biraraya gelerek "Üçlü Antant"ı kurmaları ise, İngiltere'nin Osmanlı'yı parçalama konusunda Rusya ile aynı fikirde olduğunu açıkça gösteriyordu. Nitekim bilindiği gibi, İngiltere I. Dünya Savaşı'nda da Osmanlı'ya savaş açan, Osmanlı topraklarını işgal eden ve diğer işgalcilere de (Ermeniler ve Yunanlılar gibi) en büyük desteği veren ülke oldu.

İNGİLTERE'NİN PROPAGANDA SAVAŞI

                   Kitabın önceki sayfalarında emperyalizmin yapısından bahsederken, bu siyasi sistemin hemen her zaman için bir tür meşruiyet arayışında olduğunu incelemiştik. Sömürgeci ülkeler, uyguladıkları sömürüye sözde haklı bir dayanak için birtakım "kültürel" açıklamalar getirmek zorunluluğu hissetmişlerdi. İşgal edip sömürgeleştirdikleri topraklarda yaşayan insanları "ilkel, barbar, yarı-insan canlılar" olarak tanımlamışlar ve böylece kendilerine dayanak bulmaya çalışmışlardı. Bu tanıma "bilimsel" bir kılıf bulmak için da çaba göstermişler ve bunun için özellikle Darwinizm'i kullanmışlardı.

                 Emperyalizmin bu genel yöntemi, Osmanlı'ya karşı da uygulandı. İngiltere, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren hedef aldığı ve sömürgeleştirmeye çalıştığı Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sistemli bir propaganda savaşı uyguladı. Bu propaganda savaşı içinde, Osmanlı ordularının hayali birtakım vahşet hikayeleri ile kötülenmesi, Osmanlı'yı ayakta tutan büyük devlet adamı Sultan Abdülhamid'in "Kızıl Sultan" gibi anlamsız ve çirkin bir yakıştırma ile yaftalanması gibi yöntemler yer alıyordu. Ancak en uzun vadeli ve etkili propaganda yöntemi, Osmanlı'nın asli unsuru ve yöneticisi olan Türk Milleti'ne karşı kullanıldı. İngilizler, Türk Milleti'ni, "geri, barbar, ilkel bir millet" olarak tanımlamaya ve böylece Türk Milleti'ni sömürgeleştirme projelerine zemin sağlamaya çalıştılar.

                  Bu politikanın mimarlarının başında, 1880-1885 yılları arasında İngiltere'nin başbakanlığını yürüten William Ewart Gladstone geliyordu. Gladstone, Türk Milleti'ne sayısız hakaretler yöneltmiş ve tüm bunları da "Türkler Asya'nın içlerine geri sürülmelidir" şeklindeki emperyalist projelerine dayanak olarak kullanmaya çalışmıştı. Bir konuşmasında aynen şöyle diyordu:
Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu'da yok etmeliyiz. Türklerin yaptıkları kötülükler yalnız bir surette ortadan kaldırılabilir: Kendileri yok olmakla.
İttihat ve Terakki üyelerinden Ahmet İhsan Matbuat Hatıralarım adlı eserinde Gladstone'dan şöyle söz eder: "Meşhur Gladstone (İngiliz başbakanı) İngiliz parlamentosunda eline Kuran'ı alıp: 'Türkler bu kitapla yürüdükçe medeniyete muzırdır (zararlıdır)' demişti."

                Gladstone bu gibi sözlerinin yanında birtakım propaganda malzemeleri de oluşturuyordu. Londra'da Türkler ile ilgili "Bulgar Terörü ve Doğu Sorunu" isimli bir broşür yayınlamıştı. Kısa sürede birkaç baskısı yapılan broşürle İngiliz halkı Türklere karşı kışkırtılıyordu. Gladstone'un Osmanlı'yı alabildiğine kötüleyen broşüründe, "Türkler için en iyi yol pılı pırtılarını toplayıp, gitmeleridir…" çağrısı yapılmıştı. Türk düşmanlığı öylesine körükleniyordu ki, Türkiye'ye sempati duyan Muhafazakar Parti hükümeti bile bu sempatisini kaybetmişti. Andre Maurois "İngiltere Tarihi" adlı yapıtında "Gladstone arka arkaya vermeye başladığı nutuklarla İngiliz kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirdi" diye yazar.
              
              Gladstone 1880-1885 yılları arasında başbakan olarak iktidarda kalır ve onun zamanında Türk düşmanlığı politikası iyice yayılır. Özellikle basın İngiliz kamuoyuna Türklük ve Osmanlılık kavramlarına karşı şiddetli bir beyin yıkama programı uygular. Uydurma haberler, "Türk barbarlığı", "Türk vahşeti" gibi başlıklarla ön plana çıkarılır. 1897 Türk-Yunan Savaşı'nı yerinde izleyen İngiliz milletvekili Sir Ellis Achmead Bartleti, anılarında İngilizlerin Türklere karşı birdenbire başlattıkları düşmanlıktan şöyle bahseder:

               1894 yılı Aralık ayını izleyen on ay içinde gazeteciler, karışıklıklar hakkında aslı ve esası olmayan birtakım söylentilere dayanarak Türkler aleyhinde en kötü şeyleri yazdılar. Bunların dillerine doladıkları olayların ya hiç aslı yoktu, yahut çok önemsiz iken abartılmıştı. Gazeteciler gerçekte asla yapılmamış şeylerden dolayı Türkleri ve Osmanlı Hükümeti'ni vahşet ve dehşet ile suçladılar. İngiltere'de dokuz ay hiç mevcut olmayan hallerden dolayı Türkler, Türk askeri ve Osmanlı Hükümeti hakkında ağır şeyler yazdılar. Türkler, vahşice hareketler yapmakla suçlandılar, iftiraya uğradılar. Bazı teröristlerin serbestçe hareketlerini önlemek için alınan önlemler sonucu doğal olarak birkaç yüz kişi öldü ise İngiliz gazeteleri bunu otuz, kırk bine çıkarmaktan çekinmediler.

                    İngilizler bir yandan Osmanlı'yı barbar, geri, ilkel, vahşi bir toplum olarak göstermeye çalışırken, bir yandan da "Osmanlı yıkılmalıdır" mesajını verir. Osmanlı Devleti'ne "Hasta Adam" II. Abdülhamit'e de "Kızıl Sultan" adını İngilizler takar. Başbakan Asquit bir konuşmasında: "Osmanlı Devleti ölüm döşeğine yattı. Dünya için bir şer ve fenalık yuvası olan bu hasta bir daha canlanmayacak" diye meydan okur. Tüm bu propagandalar, İngiltere'nin Osmanlı'yı parçalama stratejisi ile birlikte yürümektedir. 1898'de İngiltere başbakanı Lord Salisbury, Petersburg'daki büyükelçisine gönderdiği direktifinde "Osmanlı ülkesinin yarısında İngiltere'nin, yarısında Rusya'nın sözü geçsin" önerisinde bulunarak bu stratejiyi ifade eder.

                   İngiltere'nin tüm bu Osmanlı aleyhtarı propagandasını dayandırdığı önemli bir unsur vardı: Türk düşmanlığı. Britanya yönetimi, sömürgeciliğin genel kuralına uygun olarak, hedef aldığı toplumu "geri, ilkel, barbar" gibi sıfatlarla tanımlama ve kendisini haklı gibi gösterme yolunu seçmişti.
2. Meşrutiyetin ilanı üzerine İngiliz Sir E. Grey'in 11 Ağustos 1908 tarihinde yazdığı mektup bu yaklaşımın bir ifadesiydi: "Türkiye'de olanlar öylesine harikadır ki, anayasayı uzun müddet devam ettireceklerini sanmıyorum. Irklarının ve dinlerinin etkisiyle yeniden şiddete ve düzensizliğe kayacaklardır."

Lord Salisbury ise 1911 tarihli bir gizli belgede Türkler ile ilgili olarak şöyle diyordu:
... Aynı maskara Osmanlılık devam ediyor. Fanatik cahil insanlar, barbar millet, kapitülasyonların da kalkmasını istiyorlar. Türkler daima Türk kalacaklar, hiçbir zaman Avrupalılaşamayacaklar…


Pierre Loti
                1912 yılında Wilson'a Morgenthau'nun Türkiye'ye elçi olarak atanması önerildiği zaman ise ABD başkanı, "Türkiye diye bir şey olmayacak ki, elçi göndermek gereksin" cevabını vermişti ve ABD'deki Türk düşmanlığını da şu sözlerle ifade etmişti: "Amerika'daki Türk düşmanlığı inanılmayacak ölçüdedir. Amerika kamuoyunun onaylayacağı, Ermenilerin ya da herhangi bir milletin Türklere karşı korunmasıdır."

              Aynı tarihlerde ABD'den henüz dönen Türk dostu ünlü yazar Pierre Loti gördüğü Türk düşmanlığı karşısında hayrete düşmüş ve şöyle demişti: "Henüz yeni döndüğüm ABD'de, alelâde Türklerden söz edildiği zaman Asya aşiretleri, barbarlar gibi deyimler kullanılmaktadır.. "
Ahmet Rıza da La crise de L'Islâm adlı eserinde Batının Türkler aleyhindeki propogandasını Batılıların ağzından şöyle anlatır: "Klasik barbar ve zalim tipini muhafaza etmekte olan Türklerin Avrupa'da kalmalarına tahammül etmek Avrupa medeniyeti için bir lekedir; Türkler Avrupa'dan kovulmalıdır."

                  Ancak İngiltere ve Avrupa'da hakim olan bu ırkçı rüzgara kapılmayan ve Türk insanını takdir edebilen sağduyulu kimseler de vardı. 19. yüzyılın sonlarında Türkiye'ye yolculuk yapan İngiliz yüzbaşı Frederick Burnaby bu ender kişilerden biridir. Burnaby'nin Küçük Asya Seyahatnamesi adlı Osmanlı'yı konu alan eserinde anlattıkları hem objektif hem de gerçektir. İngiltere'de Türk düşmanlığının kışkırtılmaya başlandığı ve Türklere karşı her türlü aleyhte faaliyetin hızlandığı bir dönemde bu İngiliz subayı Anadolu'da seyahat etmiş ve herşeyi bizzat yerinde incelemiştir. Burnaby izlenimlerini şöyle aktarır:
Türk ulusunu yerin dibine batıran, onu dünyada akla gelebilecek her türlü kötülükle suçlayan ülkemizin insanları hikayeler yazmayı bırakıp, Anadolu'da küçük bir yolculuğa çıksalar iyi ederler... Kendilerini Hıristiyan sayan yazarlar birçok konularda Küçük Asya'daki Türklerden ders alsalardı keşke.

                    Aynı şekilde Balkan Savaşları sırasında ülkemizde bulunan yabancı ve tarafsız birçok savaş muhabiri Türkler hakkında doğru tanıklıkta bulunmuşlardır. "Madem ki Avrupa'da Türk askerlerinin yağmacı ve insan öldürücü olduğunu yazanlar, iddia edenler bulunuyor. Buna karşılık şiddetle protesto etmek bizim görevimizdir. Biz onlarda sabır ve dayanıklılıktan, insaf ve doğruluktan başka bir şey görmedik ve hiçbir zaman vahşice davranışlarına rastlamadık."

I. DÜNYA SAVAŞI VE KURTULUŞ SAVAŞI'NDA İNGİLTERE'NİN ROLÜ


Woodrow Wilson
            İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'nu ve Türk Milleti'ni hedef alan propaganda savaşı, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında da ısrarla sürdü. Osmanlı topraklarını Fransa ile paylaşmaya girişen İngiliz yönetimi, bu istilasını meşru gibi gösterebilmek için 40 yıldır sürdürdüğü "barbar Türkler" masalını daha da güçlendirerek devam ettirdi.

Lord Kitchener
İngiltere'nin başını çektiği İtilaf Devletleri tarafından 1917 yılında yayınlanan bir bildiride, Dünya Savaşı'nın amacının Avrupa uygarlığına yabancı görülen Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa dışına atılması olduğu açıkça belirtildi. Müttefikler ABD başkanı Wilson'un isteği üzerine 10 Ocak 1917'de açıkladıkları savaş amaçlarında, "uygar dünya bilmelidir ki, Müttefiklerin savaş amaçları herşeyden önce ve zorunlu olarak... Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa dışına atılmasını içerir" diyorlardı.
Yine savaş yıllarında İngiliz savaş bakanı olan Lord Kitchener "Türkiye'yi mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz" diyordu. Dönemin İngiliz başbakanı Lloyd George da savaş sırasında verdiği memorandumda şöyle yazmıştı:


Lloyd George
           Arapça konuşan her yer Osmanlı İmparatorluğu'ndan alınmalı ve manda haline getirilmelidir. Türkler Anadolu'nun büyük bir kısmına sahip olacaklar, fakat Avrupa'da hiçbir toprak sahibi olamayacaklardır. Türklere boğazlarda ve denizlerde hiçbir yer verilmeyecektir.
Türk düşmanı Lord Curzon da Türklere beslediği düşmanlığı çok özet biçimde ifade ediyordu: "Türkler Avrupa'dan atılmalıdır." Aynı hedef İngiltere başbakanı Lloyd George tarafından da şöyle ifade ediliyordu: "Türkler yüzlerce yıl Avrupa'da kaldılar ve Avrupa'daki bütün belaların başı oldular. İstanbul Türk değildir, Yunanlıdır. Türkler oradan atılmalıdır."

Kazım Karabekir Paşa
Dünya Savaşı yıllarında ifade edilen bu İngiliz niyetleri, savaşın sonunda ise uygulamaya kondu. Savaşın galibi olan devletler, en ağır barış şartlarını Osmanlı üzerine empoze ettiler. Türkleri "geri, barbar, ilkel" bir millet olarak görmeye o kadar şartlanmışlardı ki, müzakere etmeyi bile gereksiz buluyorlaiz ordularının komutenüz 15 Kasım 1918'de: "Sorunlar Türkler ile tartışılmamalı; ancak onlara isteklerin yerine getirilmesinin zorunlu olduğu söylenmelidir" diyordu. Hemen arkasından da: "Türkler için askerlik mesleği tamamen kapanmıştır" diyerek, askerlerin terhis edilmesi işlemlerini başlattı. Aynı şekilde donanmamıza da İngilizler tarafından el konuldu. Kazım Karabekir Paşa İstiklal Harbimiz adlı kitabında İngilizlerin ordunun terhisi sırasında sergiledikleri çirkin tutuma da değinmiştir: "İngilizler, gelişigüzel nedenler yaratarak Osmanlı subaylarını tahkir etmişlerdir." 


İstanbul'un işgal günü İngiliz deniz piyadeleri Galata Köprüsünden geçerken ( 16 Mart 1920)
                 Savaş sonrasında imzalanan Mondros Mütarekesi Osmanlı İmparatorluğu için çok ağır şartlar içeriyordu. Mütarekenin uygulama tarzı ise galip devletlerin Türk Milleti'ni yok etme hedeflerinin açık bir göstergesiydi. Özellikle de 7. ve 24. maddenin hükümleri Osmanlı açısından kabulü mümkün olmayan içerikteydi. Maddelerden biri, gerekli görüldüğü hallerde stratejik noktaların işgalini mümkün kılıyor, diğeri ise bir karışıklık çıktığı anda Doğu Anadolu Bölgesi'nin işgal devletleri tarafından işgal edilebileceğini öngörüyordu. İngilizler mütarekenin hemen ardından Musul şehrini işgal ettiler, ki bu, anlaşma metnine uymayacaklarının önemli bir göstergesi idi. Çünkü anlaşma metninde Musul'un işgaline yönelik bir madde mevcut değildi ve 7. maddenin uygulanmasını gerektirecek herhangi bir sebep de yoktu. Bundan başka İngilizler anlaşma metnine aykırı olmasına rağmen İskenderun'u da işgal etmek istediler. Ayrıca Mondros Mütarekesinin 11. Maddesine göre Kars, Ardahan ve Batum Türklerde kalacağı halde İngilizler bu eyaletlerin boşaltılmasını istediler. İngilizlerin başını çektiği işgal güçleri filolarını İstanbul önlerine çekerek, toplarını Dolmabahçe ve Yıldız saraylarına çevirdiler. Ardından İngiliz işgali başladı. Meclis-i Mebusan'ı süngüyle dağıtıp, milletvekillerini sürgüne gönderdiler.

                 İngiliz askerleri bu işgal sırasında üstlerinden "Türklere yüz vermemek ve ağır biçimde cezalandırılacaklarını onlara duyurmak", Dışişleri Bakanı Lord Balfour'dan da "Türklerin yakınlaşma ve dostluk kurma girişimlerinden de kaçınmak" direktiflerini almışlardı. 

Mondros Mütarekesi Fransız heyeti başkanı Berthelot Türkler için şöyle diyordu:
... Avrupa'dan çıkarılmış olmaları, ahlaki ve tarihsel bir bakış açısıyla hukukun zaferini temsil etmektedir. İstanbul'un Türkler tarafından alınması Orta Çağ'ın sonunu işaretliyordu. İstanbul'u boşaltmaları da yeni bir çağın başlangıcını gösterecektir.

              Elbette Avrupalı devletlerin bu planı başarıya ulaşamadı. Çünkü Türk Milleti, bizzat varlığına kasteden bu düşmanlarını onurlu bir Milli Mücadele ile püskürttü ve bağımsızlığını korudu. Bu mücadele, emperyalist güçlerin on yıllardır ısrarla tekrarladıkları "Türkleri Avrupa'dan atma, yok etme" planlarını da kesin olarak suya düşürmüş oluyordu. Türk ordusunun Yunan işgaline karşı gösterdiği başarılar üzerine düzenlenen Londra Konferansı sırasında İngiliz Başbakanı Lloyd George Türkleri "bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara" olarak tanımlamış, ancak gelişmeler karşısındaki endişesini şöyle ifade etmişti: "Bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa'dan def etmek gibi büyük bir fırsatı şu anda gerçekten de kaçırıyor olabiliriz." 

                  Şayet Kurtuluş Savaşı kazanılmamış ve Lozan aşamasına gelinmemiş olsaydı başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler, bu emperyalist planı hiç tereddüt etmeden uygulayacaklardı. Ali Naci Karacan bunu şöyle anlatır:
"Trakya Yunanistan'ın olacaktı; İstanbul beynelmilel (uluslararası) olacaktı; Batı Anadolu Yunan sömürgesi olacaktı; Doğu Anadolu Ermenistan olacaktı; Adana Fransız sömürgesi olacaktı; Antalya, İtalyan sömürgesi olacaktı; ordumuz olmayacaktı; donanmamız olmayacaktı; saray, büyük, küçük bütün devletlerin denetiminde ve Orta Anadolu'da bir iki vilayet bu sarayın çiftliği hükmünde kalacaktı. Maliyemiz, adliyemiz, nafıamız, harbiyemiz, denizciliğimiz, kara sınırlarımız, boğazlarımız, doğrudan doğruya maarifimiz ve bütün diğer müesseselerimiz Saray'ın esir hükümetleri vasıtasıyla yabancı kontrolü altında bulunacaktı. Türk Milleti köle, yabancı ve Hıristiyanlar Türk Milleti'nin efendisi olacaktı. Nüfuz bölgeleri coğrafi birliği, milli eğitimin kontrolü milli birliği imkansız bırakacak, yabancılara bağışlanan imtiyazlar ekonomi ve ticarette kazanç hakkını kaldırarak büyük şehirlerde ve sahillerde yaşayan Türkler dağıtılacak, öyle istiyorlardı ki, ölmez Türk Milleti ölecek, bu milletin devleti sona erecek, Akdeniz ve Marmara sularında bir daha türk bayrağı görünmeyecekti. İstedikleri bu idi, "Sevres Antlaşması"nın anlamı budur.

                  O zaman bir tek erimiz, bir tek silahımız yoktu. Tek ümit ve kuvvetimiz şu idi: Neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Kutsal ihtilal İzmir dağlarında Yunanlılara, Antep kapılarında Adana istila kuvvetine, doğu sınırında Ermenistan kuvvetlerine karşı koydu. Ermenistan'ı, Adana istilasını, Yunanistan'ı yendik. Antalya istilası çekilip gitti. Gidenlere ne mutlu, çünkü canlarını kurtardılar. Kalanlar ise Anadolu topraklarının altında yatıyorlar. Bugün Batı Anadolu, Doğu Anadolu, Adana, Trakya, Antalya, Hatay, boğazlar ve İstanbul bizimdir; ordumuz vardır, donanmamız vardır, saray yoktur, maliyemiz, adliyemiz, nafıamız, harbiyemiz, denizciliğimiz serbesttir. Efendiyiz. Coğrafi birlik, milli birlik gerçekleşmiştir. Türkiye'de en imtiyazlı insan yine Türk'tür. Büyük küçük bizimle savaşan bütün devletler Türk Milleti'nin iradesini onaylamışlardır. İstiklal Savaşı'nın gayesi bu idi, Lozan Antlaşması'nın anlamı budur."

                Kısacası, İngiltere'nin başını çektiği Avrupa emperyalizmi, Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkarak Türk Milleti'ni ortadan kaldırmayı hedefledi. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinin dünya siyasetini belirleyen en önemli unsurlarından biri, bu "Osmanlı'yı paylaşıp yok etme" planıydı.
O dönemde "Şark Meselesi" olarak da bilinen bu plan, öncelikle İngiltere tarafından yürütülmüştü. İngiltere ise, önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, bu planı sadece askeri ve siyasi gücüyle değil, aynı zamanda bir "propaganda savaşı" ile yürütmüştü. Klasik sömürgeci yöntemi kullanılmıştı: Toprağı işgal edilip kendisi köleleştirilecek olan millet, "geri, ilkel, barbar, vahşi" gibi sıfatlarla karalanmıştı. Hatta Kolomb zamanından beri emperyalistler tarafından dile getirilen "yarı insan" kavramı kullanılmış ve aziz Türk Milleti için "insanlığın insan olmayan numuneleri" denmişti.
Bir başka deyişle, Sosyal Darwinizm Osmanlı İmparatorluğu'na ve Türk Milleti'ne karşı devreye sokulmuştu. Kendilerini çok "medeni ve ileri" sayan Batı'nın ırkçı emperyalistleri, Sosyal Darwinizm safsatasıyla tecavüzlerine dayanak bulmuşlar, Türk yurdu Anadolu'yu bölüşmeye kalkma cüretini göstermişlerdi. Çanakkale'de, Galiçya'da, Irak'ta, Kanal'da ya da Suriye'de Türk evlatlarına kurşun sıkanların dayandıkları "felsefi" temel, Sosyal Darwinizm'di...
Ve Sosyal Darwinizm'i özellikle Türk Milleti'ni hedef alacak şekilde formüle eden kişi de, bizzat Charles Darwin'di...
DARWIN'İN TÜRK MİLLETİNE BAKIŞI

              Charles Darwin'i tüm dünyaya tanıtan kitabı, 1859'da yayınlanan ve teorisinin temel çatısını içeren Türlerin Kökeni (Origin of Species) adlı çalışmasıydı. Bir ikinci ünlü çalışması ise, "insanın evrimi" konusundaki iddialarını ve ırkçı teorilerini dile getirdiği 1871 tarihli İnsanın Türeyişi (The Descent of Man) adlı kitabıdır. Bunların dışında Beagle gemisiyle yaptığı yolculuğu ya da bazı bitki ve hayvanlar üzerindeki gözlemlerini konu alan çalışmaları yayınlanmıştır.
Bunlar çoğunlukla teknik kitaplardır. Darwin'in görüşlerini, özellikle de iç dünyasını ve yakın çevresi ile paylaştığı düşüncelerini en iyi yansıtan kaynak ise, ölümünden altı yıl sonra oğlu Francis Darwin tarafından yayınlanan Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları) adlı kitaptır. Bu kitapta Darwin'in çok sayıda mektubu vardır ve bu mektuplarda ilginç görüşler dile getirilmektedir.

              Bu kitap yayınlandıktan sonra İngiliz fikir adamları arasında önemli bir yankı uyandırmış, özellikle de Darwin'in taraftarları, kitabın her satırını inceleyerek kendilerine akıl hocalığı yapan kişinin görüşlerini etüd etmişlerdir.
Kitapta yer alan mektuplardan bir tanesi ise, oldukça önemli siyasi mesajlar taşıdığı için büyük dikkat çekmiştir. Özellikle İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'na cephe aldığı, İngiliz başbakanı Gladstone'un "Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu'da yok etmeliyiz" gibi sözleri ısrarla tekrarladığı bir dönemde yayınlanan bu mektup kısa sürede önemli bir propaganda malzemesi haline gelmiştir. Çünkü Darwin'in bu mektuptaki fikirleri Gladstone'unkiyle aynı, hatta daha da fanatiktir.

                 Söz konusu mektup, Charles Darwin tarafından 3 Temmuz 1881 tarihinde W. Graham adlı bir bilim adamına yazılmıştır. Darwin, mektubun girişinde doğada bir amaç ve anlam olmadığı yönündeki klasik materyalist mantıklarını tekrar etmektedir. Ancak sonra konuyu doğal seleksiyon kavramına çekmekte ve doğal seleksiyonun "geri ırkları" eleyerek medeniyetin gelişmesine katkıda bulunduğunu öne sürmektedir. Darwin'in "geri ırk" kavramına kendince örnek olarak gösterdiği millet ise Türk Milleti'dir. Darwin aynen şöyle yazmaktadır:

              "Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu gösterebilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, TÜRKLER TARAFINDAN İŞGAL EDİLDİĞİNDE, Avrupa milletleri nasıl risk altında kalmıştı, bugün Avrupa'nın TÜRKLER TARAFINDAN İŞGALİ bize ne kadar gülünç geliyor.
Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türklere karşı kesin bir galibiyet elde etmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, çok sayıdakı AŞAĞI IRKLARIN medenileşmiş yüksek ırklar tarafından ELİMİNE EDİLECEĞİNİ (YOK EDİLECEĞİNİ) görüyorum." (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Vol. I, 1888. New York: D. Appleton and Company, s. 285-286) 

                Bu satırlarda Türk Milleti için söylenen sözlerin birer hezeyan oldukları, fanatikçe bir nefretin ve Türklük hakkındaki derin bir cehaletin ürünü oldukları açıktır. Nitekim bir sonraki bölümde Darwin'in bu hezeyanlarının ne denli gerçek dışı olduğunu Türk Milleti'nin tarihini ele alarak inceleyeceğiz. Ancak bu noktada yapılması gereken, Darwin'in bu sözlerini detaylı olarak analiz etmek ve bu sözlerin amacını belirlemektir.

Darwin'in bu hezayanını cümle cümle inceleyelim:

1) Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu gösterebilirim...
Darwin burada klasik Sosyal Darwinist mantığı kullanmakta ve insanlığın ırklar arasındaki savaş ve mücadele ile geliştiğini öne sürmektedir. Kitabın önceki bölümlerinde incelediğimiz gibi, bu, 19. yüzyıl İngiliz emperyalizminin temel fikri dayanağını teşkil eden koyu ırkçı bir görüştür.

2) ... Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, TÜRKLER TARAFINDAN İŞGAL EDİLDİĞİNDE, Avrupa milletleri nasıl risk altında kalmıştı, bugün Avrupa'nın TÜRKLER TARAFINDAN İŞGALİ bize ne kadar gülünç geliyor...
Darwin burada ise Türk Milleti'nin Osmanlı döneminde Avrupa'daki, özellikle Balkan Yarımadası'ndaki fetihlerinden söz etmektedir. Ancak kullandığı "işgal" kavramı tarihsel olarak yanlıştır ve aslında Türklere duyduğu kinin bir ifadesidir. Çünkü Türk Milleti Balkanlar'ı "işgal" etmemiştir, fethetmiştir. Bu ikisi arasında önemli bir fark vardır. Bir devlet bir toprağı işgal ederse, amacı orayı yağmalamak, üzerinde yaşayan halkı ise ya sürmek ya da sömürmektir. Ancak "fetih" farklı bir kavramdır. Fetih yapan devlet, ele geçirmiş olduğu toprağı ve üzerinde yaşayan halkı sahiplenir, onu kendi bünyesine katar, onları diğer vatandaşları ile eşit konuma getirir. Fethettiği ülkeyi de imar eder, güzelleştirir, kalkındırır.
Osmanlı İmparatorluğu da Balkanlar'ı fethetmiştir. Fethettiği bu topraklardaki halklara büyük saygı ve hoşgörü göstermiş, onları kendi tebaasının bir parçası saymıştır. Balkanlar'ın dört bir yanını da imar etmiş, kalkındırmış, geliştirmiştir. Bölgede çok sayıda kervansaray, hamam, köprü, cami, kütüphane, aşevi inşa edilmiştir ve bunların üstün bir kültürün ürünü oldukları bugün herkesçe kabul edilmektedir.
Kısacası "işgal" ile "fetih" çok farklı kavramlardır. Bu nedenle 1453'teki zafer, dünya literatüründe "İstanbul'un işgali" olarak değil, "İstanbul'un fethi" olarak geçmektedir. Darwin ise bu kavramları kasıtlı olarak karıştırmakta ve özellikle "işgal" kavramını kullanmaktadır. Amacı, elbette, Türk Milleti'ni "barbar" bir toplum olarak gösterebilmektir.

3) ... Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türklere karşı kesin bir galibiyet elde etmişlerdir...
Darwin bu cümlesinde üç ayrı önemli mesaj vermektedir. Birincisi, Avrupalı ırkları "medeni ırklar" olarak tanımlayarak klasik ırkçı ve Sosyal Darwinist bakış açısını tekrarlamaktadır. İkincisi, Sosyal Darwinizm'in bir diğer önemli iddiasını yinelemekte ve "ırklar arası yaşam mücadelesi" kavramını kullanarak savaş ve çatışmanın milletleri geliştirdiğini, uygarlığı ilerlettiğini öne sürmektedir.
Darwin'in üçüncü mesajı ise, Türk Milleti'ni "barbar" olarak niteleyişidir. Darwin'in burada kullandığı kelime (hollow) eğer birebir çevrilirse "karaktersizlik" anlamına gelir. Bu ifadeyle, Türkleri herhangi bir özgün karakterden, meziyetten ve kültürden yoksun bir toplum, yani "barbar" bir millet olarak tanımlamaya çalışmaktadır. (Bu tanımlamanın asılsızlığı açıkça ortadadır. Ancak ilerleyen sayfalarda bu konuya daha geniş olarak yer vereceğiz.)

4) ... Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, çok sayıdakı AŞAĞI IRKLARIN medenileşmiş yüksek ırklar tarafındanELİMİNE EDİLECEĞİNİ (YOK EDİLECEĞİNİ) görüyorum...
Darwin, en önemli mesajını—ve hezeyanını—bu cümlesinde sergilemektedir. Söyledikleri açıktır: Türk Milleti'nin yakında Avrupalılar tarafından yok edileceğini öne sürmektedir. Bu işi gerçekleştirmesini umduğu Avrupalıları "medenileşmiş yüksek ırklar" olarak tarif etmekte, Türk Milleti'ne de kendince "aşağı ırk" yakıştırması yapmaktadır.
Ancak burada Darwin'in bu hezeyanını önemli bir mesajla birlikte dile getirdiğine dikkat etmek gerekir. Darwin, bu cümleleri, "doğal seleksiyon medeniyetin ilerleyişine katkıda bulunmaktadır" şeklinde bir giriş yaparak söylemektedir. Yani Türk Milleti'nin yok edilmesi hedefinin, doğa kanunlarının bir gereği olduğunu ve medeniyetin ilerleyişine de katkıda bulunacağını iddia etmektedir!...

DARWINİZM İLE TÜRK DÜŞMANLIĞI'NIN KOPMAZ İLİŞKİSİ

                     Darwin'in ortaya koyduğu bu mantıkların İngiliz emperyalizminin Osmanlı düşmanlığı ile birebir uyum sağladığı ise çok açıktır. Darwin, İngiltere'nin Osmanlı'yı sömürgeleştirme ve Türk Milleti'ni de tarihten silme planına sözde bilimsel bir zemin sağlamaya çalışmıştır. İngiltere'nin körüklediği Türk düşmanlığı akımına, bilimsel bir görüntü kazandırmayı hedeflemiştir.
Darwin'in Türk Milleti ile ilgili bu sözlerinin, İngiltere'nin Mısır'ı işgalinden bir yıl önceye rastlaması da oldukça anlamlıdır. Anlaşılan Darwin, İngiliz yönetiminin Mısır'ın işgali ile başlayacak bir "Osmanlı'yı parçalama" stratejisini kurduğu sıralarda, "Türklerin yakında yok olacaklarını görüyorum, bu doğal seleksiyonun gereğidir" diyerek, bu stratejiye katkıda bulunmuştur.

                    Darwin'in bu sözlerinin o dönemde son derece etkili olduğunu ise yeniden vurgulamak gerekir. Darwin fikirlerini kuşkusuz sadece bu mektupta değil, İngiliz devlet adamları ile olan temaslarında da ifade etmiş ve onlara Türk Milleti'nin yok edilmesi planına sağladığı "bilimsel" desteği sunmuştur. Darwin'in bu mektubu 1888 yılında yayınlandığında ise, Türk Milleti'ne karşı yürütülmekte olan propaganda savaşına büyük bir destek sağlamış, Türk düşmanları Darwin'in hezeyanlarından güç bulmuşlardır.
Darwin'in Türk düşmanlığına sağladığı bu desteğin etkisi, günümüzde bile sürmektedir. Başta Almanya olmak üzere çeşitli Batılı ülkelerdeki neo-Nazi ve faşist gruplar, Türklere karşı yürüttükleri karalama kampanyasında hala Darwin'in bu sözlerine atıfta bulunmaktadırlar. Internet'teki çeşitli neo-Nazi sitelerinde, Darwin'in "Ari ırkın üstünlüğü" hakkındaki sözlerinin yanında Türk Milleti hakkındaki hezeyanı da yer almaktadır. Almanya'daki Türk soydaşlarımızı acımasızca katleden, evlerini kundaklayan, işyerlerini yağmalayan "dazlak"lar, Darwin'in görüşlerinden güç bulmaya devam etmektedirler.

               Bu gerçek, 19. yüzyılda Batı emperyalizmi tarafından körüklenen, o zamandan bu yana da çeşitli çevreler tarafından ısrarla ayakta tutulan "Türk düşmanlığı" akımının ardında, Darwinizm'in önemli bir yeri olduğunu göstermektedir. Elbette ki Türklere düşman olan toplum, grup ya da kişiler tarihin her döneminde var olmuştur. Ancak ilk kez Darwin bu düşmanlığa sözde bilimsel bir dayanak sağlamış, Türk Milleti'nin "geri ve ilkel" bir millet olduğu şeklindeki safsatalara bilimsel bir kılıf bulmuştur.
Bu ise elbette milletini ve vatanını seven her Türk'e, Darwinizm'e karşı tavır almak, bu ırkçı ideolojiyi reddetmek ve geçersizliğini de elinden geldiğince ortaya koymak görevini yükler. Aksi takdirde, eğer Darwinizm'i savunursa, kendi milletini yok etmek isteyen bir dünya görüşüne hizmet etmiş olacaktır.
Darwinizm'e hala körü körüne bağlı kalan, bu safsataya akla ve bilime rağmen arka çıkan birtakım Türk bilim ve fikir adamlarına duyurulur...
TÜRK MİLLETİ'NİN ŞEREFLİ TARİHİ

"Tarih Türkler'den çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki, medeniyet için birer süs teşkil etmektedir..."
Avusturyalı tarihçi Hammer

            Önceki bölümde evrim teorisinin kurucusu olan Charles Darwin'in Türk Milleti hakkındaki hezeyanını inceledik. Darwin'in milletimizi kendince "yakında yeryüzünden silinecek, geri, barbar, aşağı bir ırk" olarak tanımladığını gördük. Elbette bu gibi sözlü saldırı ve hakaretlere cevap vermek ve bu cevabı verecek bilgiye sahip olmak, her Türk'ün milli görevidir. Bu nedenle bu bölümde, Türk Milleti'nin tarihini ve bu tarih içinde şekillenmiş olan karakterini inceleyeceğiz.
Darwin'in sözlerine cevaben ilk söylenmesi gereken, ırk ayrımının bilim, akıl ve ahlak dışı bir safsata olduğudur. İnsanlar birbirlerine ırk özelliklerine göre üstünlük sağlamazlar. Tüm insanlar aynı atadan; ilk insan olan Hz. Adem'den gelmektedirler ve hepsi de Allah'ın kullarıdırlar. Hiçbir ırk bir diğerinden üstün ya da aşağı değildir. Nitekim 20. yüzyıldaki biyolojik ve antropolojik çalışmalar, 19. yüzyılda ortaya atılmış olan ırkçı teorilerin hepsinin temelden geçersiz olduğunu ve ırkların arasında zeka, yetenek gibi ayrımlar yapılamayacağını ispatlamış durumdadır.
Dolayısıyla hiçbir insan ya da toplum, bir diğerinden biyolojik olarak üstün sayılamaz. İnsanlar arasında bir ırk ayrımı yapılamaz.

Yavuz Sultan Selim
                 Milletleri şerefli kılan etken ise, onların tarihleridir. Tarih içinde gösterdikleri ahlak özellikleridir. Bu nedenle Darwin'in Türk Milleti için telaffuz ettiği sözlere, Türk tarihini ortaya koyarak cevap vermek gerekir. Türk tarihine baktığımızda ise, bu milletin, gerçekte dünya tarihine yön vermiş, siyasi, askeri, kültürel ve ahlaki yönden damgasını bırakmış şerefli bir millet olduğunu görürüz.
Türkler 2000 yıldan bu yana tarih sahnesinde yer almış, 16 büyük devlet kurmuş, pek çok büyük hakan ve hükümdar çıkarmış, çağlara damgasını vurmuş köklü bir millettir. Dünya tarihi boyunca kurulan sekiz dünya devletinden üçü Türklere aittir. Tarihimizden Mete, Alpertunga, Alparslan, Kılıçarslan, Timur, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim gibi dünyanın takdirini kazanmış sayısız önemli lider gelip geçmiştir. İslam'dan önce Türkistan, İslam devrinde de Yakın Doğu ve Türkiye merkez olmak üzere Çin, Hindistan, Afganistan, Horasan, Orta ve Doğu Avrupa, Balkanlar, İran, Azerbaycan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika Türk Milleti'nin başlıca hakimiyet sahaları olmuştur. Türkler bu ülkelerde hem son derece güçlü devletler kurmuşlar, hem de üstün bir kültür mirası bırakmışlardır. İslamiyet'i kabullerinden önce Hun ve Göktürk Kağanlıkları, İslam çağında Selçuklu ve Osmanlı Sultanlıkları, Türk Milleti'nin "dünya gücü" olduğu dönemleri temsil eder.

İSLAMİYET'TEN ÖNCE TÜRKLERİN ETKİSİ


Osmanlı Ordusu, döneminin en güçlü ve en iyi organize edilmiş askeri gücüydü.
              Kendi milli adımızla kurulan ilk devlet olan Göktürkler'den önce ve sonra da çeşitli adlar altında sayısız Türk devleti varlık göstermiştir. Türkler, İslamiyet'i kabul etmeden önce Uzak Doğu'dan Balkanlar'a ve Orta Avrupa'ya kadar yayılmışlar, Çin, Hindistan, İran, Roma ve Bizans ülkelerinin sınırlarını aşmışlar, zaferler kazanmış ve bu uzak ülkelerde birtakım siyasi oluşumlar meydana getirmişlerdir. Bu çağlarda yapılan göçler, kazanılan zaferler ve kurulan devletler dünya tarihinde önemli bir rol oynamıştır.

              Nitekim günümüzde, Uzak Doğu'dan Orta Avrupa'ya kadar geniş bir bölgede eski Türkler'in etkisini görmek mümkündür. Özellikle de bahsedilen bölgede yer alan birçok ülke, deniz, nehir ve kavimlerin adları bu devirlere ait izler taşır. Örneğin Uygur Türkleri tarım, sanat ve ticarette gösterdikleri başarıların dışında, memleketleri olan bugünkü Çin Türkeli'ni bayındır bir hale getirmişler, kanallar açarak, sulama işlerini düzenleyerek tarımı ilerletmişler ve bu arada birçok güzel binalar ve yollar da yapmışlardır. Eski Uygur şehir harabelerinde, Doğu Türkelinde ve özellikle Karahoça, Turfan ve Karaşar'da İngiliz, Alman, Fransız ve Rus araştırmacılar tarafından yapılan kazılar, bu bölgede çok eski ve ileri bir Türk uygarlığının yaşamış olduğunu göstermiştir. Bu kazılarda elde edilen birçok kıymetli sanat eserleri; heykeller, minyatürler, çiniler, kumaş parçaları ve duvar resimleri bugün Berlin, Moskova ve Kalküta müzelerini süslemektedir. Bu kazılardan birini yöneten Alman bilginlerinden Fon Lö Kok, Uygurlar hakkında şunları söylemiştir:

                     Bu yağmursuz ve kurak kıtada yüzyıllarca örtülü kalmış olan büyük binalar, heykeller, freskler, canfes (üzerinde desen bulunmayan, ince dokunmuş ipekli kumaş) ve kağıt üzerine çizilmiş resimler, kitaplar, zengin edebiyat kalıntıları, burada çok yüksek bir uygarlığın varlığına şahittirler. Gerçekten Karahoça şehrinde büyük ve hayret verici bir uygarlık vardır. İngiltere, Fransa ve Almanya'da böyle şeyler yokken, güzel ve büyük bir uygarlığa sahip olan Türkler hakkıyla övünebilirler.

               Eski Türkler sanat alanında da ileri gitmişlerdi. 18. yüzyıldan itibaren açılmaya başlanan eski Türk mezarları içinde, altın ve gümüşten yapılmış kupalar, taşlar, vazolar, bilezik, küpe, yüzük ve maden aynalar gibi birçok süs eşyaları da vardır. Orta Asya'da bulunan madenleri işleterek birçok tarım araçları, silahlar ve süs eşyaları, kap kacak yapmışlardır. Gerçekten de tarih içinde yapılan bir yolculukta hemen her dönemde Türklerin varlığına rastlamadan ilerlemek neredeyse imkansızdır.
448-449 yıllarında Atilla'nın sarayında elçilik yapmış olan Priskos'un anlattıklarına göre, "Hunların kralı surlar ve kalelerle çevrili ahşap bir kentte oturuyordu. Sarayında yün halılar ve ahşap süsler vardı. Giysileri işlemelerle süslenmişti. Sofra takımları altın ve gümüştendi ve değerli taşlarla süslenmişti." Daha o dönemde Türklerin sahip olduğu zenginlik ve ihtişamı ifade etmesi bakımından bu anlatılanlar önemlidir. Aynı kaynaktan, hükümdarın yalnız büyük bir strateji uzmanı değil, aynı zamanda kurnaz bir diplomat olduğunu da öğreniyoruz. Priskos, "Atilla başkalarıyla ilişki kurmanın yararına inandığı için çevresinde hep çevirmen yardımcılar bulundururdu" diyor. Yaşanılan dönem göz önüne alındığında, bunların ileri bir kültür ve medeniyetin ifadesi olduğu daha iyi anlaşılır.

Türkler her dönemde kültür ve uygarlığın öncüsü oldular.

                  Büyük tarihçilerimizden Prof. Yılmaz Öztuna'nın belirttiğine göre; "Türkler çok erken zamanlarda, bilhassa askeri zaruretlerle maden işleyip, silah yapmayı, atı ve koyunu ehlileştirmeyi öğrenmişlerdir; aynı zamanda dünyanın üstün deri işçileri, süvarileri ve at donatıcısıdırlar. Gömlek, pantalon, ceket giyerler. Bunları önce Çinliler'e, Miladi 5. asırdan başlayarak da Romalılar'a öğretmişler ve Avrupa giyim kuşamının bugünkü şeklinin kurucusu olmuşlardır".

                Türklerin belki madencilik, hayvancılık ve silah yapımı gibi özellikleri tarihe geçmiştir. Ancak giyim zevkleri, estetik anlayışları ve bu konularda diğer kültürlerden insanlara öncülük etmeleri çok bilinmeyen ya da kasıtlı olarak dile getirilmeyen özellikleridir. Bu tarihi gerçekler yerine "Barbar Türkler" imajını vermek, Türklere sempati beslemeyen çevrelerin kasıtlı tercihleri olmuştur. Ama buna rağmen Avrupalı tarihçi ve yazarlardan da bu konuda objektif yorumlarda bulunanlar vardır. Örneğin Elisee Reclus Yeni Umumi Coğrafya adlı eserinde Türkleri şöyle övmektedir:
Komşularına demiri ve diğer madenleri öğreten onlardır. Şüphe yok ki bize ehil hayvanları vermiş olanlar da yine onlardır. Bugün faydalandığımız bitkilerin birçoğu da belki Orta Asya'dan gelmektedir.

                 Rus bilim adamı W. Bardhold da Türklerin demokrat yönlerinden bahsettikten sonra; "Türk beylerinin mevki ve asaletlerine rağmen Moğollar gibi halka hakaretle bakmadıklarını, bilakis devletin kuruluşu ve yükselişinde halka birinci derecede mevki verdiklerini" belirtmiştir. Tüm bunlar, Türklerin medeni karakterini ifade eden yorumlardır.

İSLAMİYET'İN KABULÜ İLE GELEN YÜKSELİŞ

                 İslamiyet'in etkisiyle Türkler daha yüksek bir medeniyet ile yeni bir tarih devresine girdiler. İslamiyet'in kabulü ile birlikte Türk tarihinin ağırlık merkezi Türkistan'dan Yakın Doğu ve özellikle de Türkiye'ye kaydı. Bu arada İslam dünyasını iç buhranlardan ve dış tehlikelerden koruyarak, emin bir duruma getirdiler. Türkler İslam'ın ilim ve sanat faaliyetlerine de katıldılar. Böylece Orta Çağ Müslüman- Arap medeniyet ve kültüründe Türklerden de çok büyük isimler yer aldı.


Türkler, tarihte birçok stratejik bölgeyi Türk medeniyeti sınırlarına dahil etmişlerdir.
              Bir filozof olan Farabi, Lugatçi Cevheri, Şair Beşşar bunlar arasında sayılabilecek isimlerdendir, ki bundan sonra da Türkler yetiştirdikleri daha pek çok önemli şahsiyeti tarihe yazdırmışlardır. Tarihçi Yılmaz Öztuna şöyle der:
Türklerin İslam'ı kabul edip Müslüman bir kavim olarak tarih sahnesine çıkışları gibi başlangıçta o derece ehemmiyetsiz görünüp de sonradan o kadar büyük tesirler icra etmiş olan bir tezahür (etki yapmış bir olay), dünya tarihinde hemen hemen emsalsizdir.
İslam'ı özümsemeleriyle birlikte Türklerin İslam'ın bayraktarlığını üstlendiklerini görürüz. Orta Asya'yı, Kafkasya'yı, Anadolu'yu, Rumeli'yi, Doğu Avrupa, Karadeniz'in kuzey sahillerini ve Kuzey Hindistan'ı Türk medeniyeti sınırlarına dahil etmişlerdir.
12. yüzyılın önde gelen isimlerinden Fahreddin Mübarek-şah Türklerin o dönemdeki güç ve etkilerine dair bilgiler verir. Çin'den Rum ülkelerine, kuzeyin buzlu bölgelerinden Hindistan'a kadar uzanan bütün memleketleri 'Türkistan" adı ile adlandırmakta ve yeryüzünde Türkistan'dan daha büyük bir ülkenin bulunmadığını söylemektedir. Bundan başka o devrin Rubruck ve Marco Polo gibi Avrupalı gezginleri de "Tuna boylarından Çin sınırlarına kadar uzayan geniş ülkeleri "Büyük Türkia" olarak gösterirken aynı gerçeği ifade ederler ve Anadolu'ya da sadece "Turkia" derler." Kastedilen yalnızca coğrafi bir hakimiyet değildir; tarihte çok derin izler bırakmış, kültürel bir hakimiyet söz konusudur.

                   Bu noktada karşımıza Türk hakan, hükümdar ve idarecilerinin adil ve hoşgörülü tutumları çıkar. Bu vasıfları taşımamış olsalar, belki askeri bir egemenlik mümkün olurdu, ama yönettikleri toplumlara istikrar ve huzur sağlamaları söz konusu olamazdı. Ama Türk devlet adamları için durum böyle olmamış, her zaman tebaları tarafından sevgi ve saygıyla anılmışlardır. Örneğin Ermeni tarihçisi Urfalı Mathiu Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun azamet devrini yansıtan Melikşah'dan şöyle bahseder:

                      Melikşah'ın saltanatı Allah'ın lütfuna mazhar oldu. Hakimiyeti uzak ülkelere kadar yayıldı ve Ermenilere huzur verdi. Kalbi Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. Geçtiği ülkelerin halklarına karşı bir baba gibi davrandı. Birçok şehir ve vilayetler kendi arzuları ile onun idaresine girdi; bütün Rum ve Ermeni beldeleri onun kanunlarını tanıdı.
Bu dönemde Türk edebiyatında önemli gelişmeler dikkat çeker. Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Ahmet Yesevi, Ali Şir Nevai gibi önemli şahsiyetler çıkmış ve günümüze dek gelen çok değerli eserler sunmuşlardır. Yunus Emre ve Mevlana gibi tasavvuf alimi büyük isimler de yine Türkler arasından yetişmiştir.

                  Türklerin medeni yükselişlerinin bir göstergesi de, her türlü ihtiyacın karşılanması için yaptırılan kervansarayların içinde, yolcuların tedavisi için gerekli doktor ve sağlık imkanlarının hazır tutulması, misafirlerin okuması için de kütüphaneler bulundurulmasıdır. Yine bu dönemde (Selçuklular'da), bir tür üniversite niteliğinde olan medreseler yaygındır. O dönem Avrupası'nın içinde bulunduğu sosyal şartların ilkelliği ve toplumsal gerilik de göz önüne alındığında, bunların olağanüstü kurumlar olduğu görülür. Nitekim Batılı bir tarihçi olan Jean Paul Roux o dönemdeki Selçuklu medreselerini şöyle tanımlar:

                   Bu daha çok İngiliz koleji tipindeki bir öğretim kurumuydu. Kurucusunun adından dolayı 'Nizamiye' adıyla anılan ilk medreseler; Bağdat, Nişapur, İsfahan, Belh, Herat ve Merv'de kuruldu. Oralardan da tüm Yakın Doğu'ya, ardından Mısır'a ve Kuzey Afrika'ya yayıldı. Medresede ders vermiş ilk kişilerden biri olan büyük filozof Gazali gibi seçkin bir usta ya da bilim adamları topluluğu için düşünülmüş olan medreseler, İslam bilimleri ya da… astronomi, tıp, kimya öğretimi yapılan merkezlerdi...

               XV. asır gezginlerinden Tafur'un tespiti ise Troie harabeleriyle ilgilidir: "Türkler eski binaları mukaddes sayıp, hiçbir şeyi tahrip etmiyorlar" der. Bizanslıların ve Haçlıların girdikleri şehirlerde yaptıkları tahrip ve yıkımlar hatırlanacak olursa bu ilkelliğe karşın, Türklerin ne derece medeni hareket ettikleri daha iyi anlaşılacaktır.
Türklerin daha o dönemlerde tarihi eserlere önem vermeleri de dikkat çekici bir uygarlık alametidir. Ünlü Fransız yazar ve düşünür Voltaire "Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler" adlı eserinde Türklerin bu özelliğine şöyle dikkat çeker:
Polenezya savaşlarında Venedik ordusunun bombaları, Türklerin esirgemiş oldukları birçok tarihi anıtları yıktı. Bunlar arasında Atina'nın meşhur Akropolis'i de hasara uğradı.

                Tüm bunlar, Türk Milleti'nin, Darwin'in hezeyanlarının aksine, üstün bir kültüre, asil bir ahlaka ve şerefli bir tarihe sahip olduğunun ifadeleridir. Türk Milleti'nin bu vasıflarının en açık ifadesi ise, büyük Osmanlı İmparatorluğu olmuştur.

AŞİRETTEN İMPARATORLUĞA GİDEN YOL

                   1299'da Kayı aşireti tarafından temelleri atılan Osmanlı Devleti çok geçmeden 3 kıtaya hakim olmuş dev bir imparatorluk haline dönüştü. Osmanlı Devleti'nin kuruluş aşamalarındaki padişahlar feraset ve basiret sahibi, kumanda yeteneği ve yönetici kişiliği çok gelişmiş hükümdarlardı. Örneğin Orhan Gazi bunlardan biridir. Bursa'nın fethi sırasında, Rumlara, şehri kolayca teslim etme sebeplerini sorduğu zaman şöyle cevap almıştı:
Sizin devletinizin günden güne yükseldiğini ve bizim devletimizi geçtiğini anladık; babanızın idaresine geçen köylülerin memnun kalıp bir daha bizi anmadıklarını gördük ve biz de bu rahatlığa heves ettik.

Osmanlı İmparatorluğu, askeri ve sisayis gücünü adalet kavramıyla birleştirerek, gerçek bir dünya imparatorluğu kurmuştu.
Bir toplumun bir başka kavmin boyunduruğuna severek, isteyerek, heves ederek girmesi tarihte eşine ender rastlanabilecek bir olaydır. Bursalı Rumların bu ifadeleri ise Türklerin diğer milletlere dostane yaklaşımlarının, hoşgörülü ve insancıl yönetimlerinin açık bir göstergesidir.
Sultan I. Murat da çok üstün vasıflara sahip bir hükümdardır. Yaşadığı dönemde Edirne'yi almış, Balkanlarda ilerlemiştir ki, bu Osmanlı tarihinde çok önemli bir adımdır. Çağdaşı Bizans tarihçisi Khalkokondylas, Sultan I. Murat hakkında şöyle der:

              Rumeli ve Anadolu'da 37 muharebeyi bizzat idare edip hepsini kazandı. Cesur, soğukkanlı, hesaplı, gençliğinde olduğu gibi ihtiyarlığında da çalışkan, enerjik, sert, disiplinli idi. Hiçbir tedbiri ihmal etmez, iyice planlamadan hiçbir işe girişmezdi. Kendisine itaat ve hizmet eden milletlere ve kişilere, hangi dinden olurlarsa olsunlar, iyi, yumuşak ve cömert davranırdı. Düşmanlık gösterenlere karşı amansızdı. Hiçbir düşmanı elinden kurtulamadı. Verdiği söze sonradan aleyhinde tecelli etse bile sadık kalarak, dost düşman herkesin güvenini kazandı.

İngiliz Tarihçi Edward Gibbon

            Fransız tarihçisi Fernard Grenard ise "Sultan Murat değerinde bir hükümdara çağdaşı olan Avrupa hükümdarları arasında tesadüf edilemez. Yalnız dahi bir asker ve strateji üstadı değil, ince bir diplomattı. Doğuştan hükümdardı. Osmanlı kavmini bir millet haline getirdi. Onlara ideal gösterdi ve verdi. Ölümünde bu milletin istikbalini 5 asır için teminat altına almış bulunuyordu" demektedir.
İngiliz tarihçisi Gibbon'a göre Sultan Murat "Dünya üzerinde çağdaşı bütün hükümdar ve devlet adamlarından üstündü. Babasının bile tahayyül ettiği sınırları çok aştı. Bütün tarihin en hayret verici gelişmelerinden birini, Osmanlı lehine kazandı. Ortodokslar'a, Katolikler'in Ortodokslar'a yaptığı muameleden kat kat iyi muamelede bulundu." Gerek İngiliz gerekse Fransız tarihçilerin, padişah I.Murat'ın devlet adamlığı ile ilgili yaptıkları tespitler son derece isabetlidir. Aynı zamanda bunlar önemli bir medeniyet göstergesidir.
Görüldüğü gibi Osmanlı padişahları yabancı tarihçi ve araştırmacıların dahi hayranlık ve takdirlerini kazanmayı başarmış, çok üstün kişilerdir.

TARİHİN SEYRİNİ DEĞİŞTİREN KUMANDAN: FATİH SULTAN MEHMET


Fatih Sultan Mehmet
            Osmanlı tarihinin en önemli şahsiyetlerinin başında ise elbette Fatih Sultan Mehmet gelir. İstanbul'u olağanüstü bir askeri deha ile fetheden ve böylelikle dünyada bir çağı değiştiren Fatih, daha sonra da Osmanlı Devleti'ni çok büyük bir ustalıkla yönetmiştir. Batılı tarihçilerin gözüyle Fatih Sultan Mehmet'e bakacak olursak, onun eşsiz dehasına ve kumandanlığına tanık oluruz. Babinger, Bizanslı Yorgios Trapezuntios'dan naklen şöyle der:
Sultan Mehmet, günümüzün en büyük hükümdarıdır. Kiros'tan, Büyük İskender'den, Sezar'dan, bir kelimeyle gelmiş geçmiş bütün hükümdarlardan büyüktür.
İngiliz tarihçi Panzer'e göre "Fatih, birinci sınıf bir lisan mütehassısı, tarihçi, filozof, üstün bir yönetici, harikulade bir süvari ve silahşördür." Gustave Schlumberger ise İstanbul'un fethi için şöyle der:
İstanbul'un fethi dünya tarihinin en önemli olaylarından biridir. Avrupa'nın tarihi üzerinde tesiri birinci derecede oldu. Tarihin bütün akışını değiştirdi. Orta Çağ'ı kapatıp Yeni Çağ'ı başlattı. 

              Fatih, hükümranlığı boyunca Türk Milleti'nin hoşgörü ve adaletini de sergilemiş, bunu gören yabancı milletler ise onun yönetimi altına girmekte mahzur görmemişlerdir. İstanbul'un fethi sırasında Bizans başbakanı Büyük Düka Notaras "Bizans'ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim" tarihi cümlesini söyleyerek bu gerçeği ifade etmiştir.

OSMANLI'NIN ADALETİ VE HOŞGÖRÜSÜ

               Osmanlı İmparatorluğu'nun çok önemli bir özelliği tebası arasında kavim, din ve mezhep ayrımı yapmadan tam bir uyum sağlamış ve toplumun çeşitli kesimleri arasında sosyal adaleti temin edebilmiş olmasıdır. İsviçreli ilahiyatçı Prof. Karl Barth bu konuda şunları söylemiştir:
Hıristiyan Avrupa'nın bizzat Hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşice zulümler yapmaktan zevk duyduğu bir devirde Osmanlı İmparatorluğu engizisyonun bulunmadığı, yakmaların ve sihirbazlık ithamlarının mevcut olmadığı yegane memleket oldu. Hıristiyanlar tarafından her yerden kovulan, sürgün ve takip edilen Yahudilerin sığınabildiği tek memleket de barbar (!) Türkiye olmuştur.

                Charles Darwin isimli amatör biyologun Türklere yaptığı çirkin ithamlarla, Türklerin tarihleri ve üstün ahlakları arasındaki tezatı Prof. Barth bu sözleriyle çok iyi ifade etmiştir. Osmanlı'nın tebasına karşı olan adaleti konusunda A. Miquel ise şöyle demektedir:
Hıristiyan halklar Bizans ve Latin devletleri zamanında bulamadıkları çok iyi bir idare karşısında bulunmaktaydılar. Asla sistemli bir zulüm görmemekteydiler. Tam aksine imparatorluk, İstanbul başta olmak üzere, işkence gören İspanyol Yahudilerine bir sığınak olmuştu.

               Türklerin iki bin yıllık bir tarih boyunca birçok yabancı ırk, millet, din ve mezhep mensuplarını birarada ve büyük bir uzlaşma içinde idare etmeleri takdire değer bir konudur. Türkler şayet diğer etnik unsurlara karşı geniş bir hoşgörü, yüksek bir insanlık idealine sahip olmasalardı, elbette ki böyle köklü imparatorluklar kuramaz ve bu insanları asırlar boyu birarada tutamazlardı. Ancak görmekteyiz ki, Türklerin sahip oldukları vasıflar, özellikle de İslamiyet'in onlara kazandırdığı yüksek idealler ve hasletler, son derece ileri bir kültür ve medeniyet geliştirmelerini sağlamıştır.

FATİH'TEN SONRA DEVAM EDEN YÜKSELİŞ

                Türklerin İstanbul'un fethiyle zirveye çıkan başarıları Fatih'ten sonra gelen padişahlar tarafından da devam ettirilmiştir. Osmanlı orduları iki kez Viyana kapılarına dayanmış, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna- Hersek, Eflak, Boğdan başta olmak üzere Balkanlar baştan sona fethedilmiş, Macaristan Osmanlı himayesine geçmiş, Osmanlı denizlere açılmış, Karadeniz Türk gölü haline getirilmiş, Mora yarımadası, Rodos, Girit, Sakız gibi birçok Ege adası alınmış, Kafkasya ele geçirilmiş, Bağdat, Tebriz, Yemen, Suriye, Irak, Lübnan, Mısır, Filistin, Kudüs, Fas, Tunus, Cezayir, Doğu Anadolu, Baharat Yolu, Lehistan gibi daha pek çok yer Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Türklerin medeni karakterlerinin çok fazla ifadesi olmakla birlikte, fethettikleri yerlere götürdükleri yenilikler de bunun en güzel kanıtlarından biri olarak sayılabilir. Örneğin Türklerin Cezayir'i fetihleriyle ilgili olarak, Cezayir 1962'de özgürlüğüne kavuştuğunda, milli hareketin liderlerinden Albay Muhandu'l- Hacc şu açıklamayı yapmıştır:
Herşeyi hatta bir millet oluşumuzu Türklere borçluyuz. Osmanlılar geldiği zaman bizler korsandık. Yüzlerce kabileden müteşekkildik. Osmanlılar başımıza bir paşa getirdiler. Dağınık aşiretleri biraraya topladılar. Onları bir kavim haline koydular. Bu kavim 300 yıl merkezi Türk idaresi altında kaldı. Birliğin kudretini öğrendi. Türklerin yardımıyla millet haline geldik.

                   Cezayirli albayın Türkler hakkında söyledikleri, Türk düşmanlarının attıkları iftiralara da bir yanıt niteliğindedir. Türklerin, gittikleri yerlere yıkım değil, tam tersine düzen götürdüklerinin ifadesidir.
Bir Fas gazetesi olan El Alem'de yayınlanan "Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküşünden Sorumlu İngiltere'dir" başlıklı makale de yukarıdaki savı desteklemektedir:
Osmanlılar İslam dünyasının savunulması için dört yüz yıl savaş verdiler. Türk egemenliği, ne Arap topraklarının işgali demektir ne de ele geçirilmesi... Sadece Müslüman bir devletten başka bir Müslüman devlete iktidarın devredilmesi söz konusu olmuştur. Bunun içindir ki Mısır halkı Haçlılar'a, Moğollar'a, Fransızlar'a ve İngilizlere karşı koyduğu gibi Türklere karşı koymamıştır. Mısırlılar, Türk egemenliğine bağlı kalmışlar ve devletin kendi içinde kendilerine düşen görevi almışlardır. Peki neden bu Osmanlı düşmanlığı?


Osmanlı Ordusu Balkanlardaki bir sefer sırasında
             Samimi sarfedilmiş tüm bu sözler Türk Milleti'nin İslam dünyasındaki önemini vurgulamak için yeterlidir. Aynı zamanda Türklerin hakimiyetleri altına aldıkları bölgelerdeki toplumlar tarafından nasıl benimsendiğini göstermesi bakımından da önemlidir. Romanya'nın eski adliye bakanlarından Monsieur Dissescu da söyledikleriyle bunları doğrulamaktadır:
Kim ne derse desin biz Romenler bugünkü mevcudiyetimizi Türklerin ulvicenaplığına borçluyuz. İdareleri altına aldıkları milletlere karşı hakiki bir şevkat, mürüvvet ve müsahamakarlık ile muamele etmemiş olsaydılar, onların yerine biz herhangi bir komşu milletin tahakkümü altına girmiş bulunsaydık, şu anda bir tek Romen kalmazdı... 

             Avrupalı tarihçi Richard Peters ise "Türkler asırlar boyunca birçok milletlere hakim oldular fakat onları asimile etmeye asla gayret etmediler. Onlara hürriyet verdiler ve din ve kültürlerinin yaşanmasına müsaade ettiler" diyerek Türk Milleti'ne yapılan "barbar" suçlamasına en güzel şekilde cevap vermiştir.
Yine zamanımızın tanınmış Macar tarihçilerinden Kaldy-Nagy "The Cash Book of the Ottoman Treasury in Buda in the Years 1558-1560" adlı makalesinde yine Türk kültür ve medeniyetine dikkat çeker:

               1558-60 tarihleri arasında Osmanlı Devleti'nin Macaristan'dan topladığı 6 milyon küsür akçe vergiye mukabil, buraya 23 milyonun üzerinde masraf yaptığını böylece İstanbul'dan -sömürüldüğü önceleri bir kısım Batılı tarihçiler tarafından savunulan- Macaristan'a 17 milyon akçe mali yardım yapıldığını ortaya koymaktadır. Bundan başka Türkler Balkanlarda pek çok maddi eser bırakmışlardır. Mora'da muhtelif şehirlerde yüzlerce eser bırakmış olmalarını, yalnız Rusçuk'ta 33 cami, mescit ve tekke bırakmış olmalarını bu açıdan izah etmek mümkündür.

                  Bunlar da açıkça göstermektedir ki Osmanlılar fethettikleri ülkeleri sömürmemişler, bu ülkelerin halklarının haklarına saygı göstermişlerdir. Bunun nedeni padişahlarının devlet anlayışları ve tebalarına bakış açılarıdır. Çünkü Osmanlı padişahları fethettikleri yerlerde yaşayan halkın kendilerine Allah'ın bir emaneti olduğunu düşünmüşlerdir. Onları himaye etmek ve hiç kimsenin onlara zulüm yapmamasını sağlamak ise padişahın görevleri arasında sayılmıştır. Hatta öyle ki, Fatih İstanbul'u fethettiği zaman patrikhaneye çok geniş imkanlar tanımış, böylece patrikhane ilk defa Türkler zamanında bir muhtariyete kavuşmuştur.

YABANCI GÖZÜYLE TÜRK İNSANI


İsveç Kralı XII. Charles
              Tarihte pek çok hükümdar, devlet adamı, siyasetçi, asker ya da tarihçi, Türk Milleti'nin vasıflarını tarif eden ve onların üstün ahlaki özelliklerini açıklayan yorumlarda bulunmuşlardır. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

İsveç kralı XII. Charles'ın (Demirbaş Şarl) Türkiye'ye sığınmak zorunda kaldığındaki izlenimleri:
Şefkatin, cömertliğin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı!... 

18. yy'da Osmanlı topraklarında yaşayan Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa):
Çünkü Türkleri seviyorum. Onlar (sanki) cennetten bir köşe olan bu eşsiz memlekete yakışan eşsiz insanlar. Yaratılışlarında gökyüzüne mahsus bir yücelik, gönül alışlarında ise bir tevazu var. Bu büyük ruhlu milletin arasında vatanımı unutmaktan korkuyorum. Vatan aziz ve pek aziz. Lakin Türk de aziz ve çok aziz.

M. Baudier ("Historie de la religion des Turcs" adlı eserinde):
Türkler, merhamet, şefkat ve insanlara yardımda bütün milletlere ve hatta Hıristiyanlara da üstündürler.
XV. yüzyıl gezginlerinden Tafur:
Türkler konuşmalarında dost ve neşeli, yemek ve harcamalarında çok asil ve hayırseverdirler.

General Charles Royan:
Türkler arasında geçirdiğim iki yıldan fazla zaman içinde edindiğim tecrübelerime dayanarak hemen belirtmeliyim ki, daha uygar olmakla şöhret yapmış milletlerin, Türklerin ahlâk ve karakterleri konusunda sahip bulundukları bilgiler ve kanaat tamamiyle hatalı ve aldatıcıdır... 

Fransız şairi Lamartine:
Türkler bir ırk ve bir millet olmak haysiyetiyle yeryüzünün en şerefli insanlarıdır. Karakterleri pek asil ve yücedir... Asaletleri alınlarında ve amellerinde yazılıdır... Bütün hareketleri asilanedir ve vecd ile yaşayan duygulu bir millettir. Onların yurdu efendiler diyarıdır, kahramanlar, şehitler ülkesidir. Bence insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun.

General Çarneyev:
Türklerin düzinelerle milleti idare edebilmelerindeki muvaffakiyetin sırrını da anlıyorum. Onlar milletleri bir kez yeniyorlar. Fakat kazandıkları zaferi ruhlarda ve nesillerde yaşatmayı biliyorlar.

Türk dostu Fransız yazar Pierre Loti:
Türk asillerin asilidir. Yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüksek asalet ona tabiatın hediyesidir.

Comte de Marsigli:
Osmanlı Türklerinin milli seciyesini teşkil eden vakarın, ağırbaşlılığın tasviri kolay değildir.

18. yüzyılda İsveç'in İstanbul Büyükelçisi olan ve Osmanlı müesseseleri ile teşkilâtı hakkında yazdığı yedi ciltlik eseri ile tanınan Mouradgea d'Ohsson:
Osmanlı Türkleri, diğer faziletleri kadar dürüstlük ve doğruluk gibi Kuran'ın en kuvvetli hükümlerine dayanan meziyetleri itibariyle de şâyanı takdirdirler. İçtimai nizâmın Osmanlılar arasında kurduğu münasebetlerin hepsine temiz yüreklilikle, iyi niyetin hâkim olduğu anlaşılmaktadır.

12. yüzyılda yaşamış olan Antakya Patriği Süryâni Mikâil de Vakâyinâmesinde, eski Türk fazilet ve ahlâkı ile ilgili olarak şunları yazar:
Türklerin meziyetleri vardır. Sahtekârlık, yalan bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar.
Osmanlı İmparatorluğu'nun liyakat, ahlak, maddi-manevi disiplin ve çalışma üzerine kurulu olduğunu belirten bir başka 
Avrupalı yorum ise şöyledir:
Türkiye'de şahsi meziyet ve kabiliyetten başka hiçbir şeye kıymet verilmez. Bunun yegane istisnası Osmanlı hanedanıdır. Nesep ve ırsiyet bir şey ifade etmez... Herkes liyakat, bilgi, ahlak ve seciyesine göre bir mevkiye tayin edilir. Ahlaksız, bilgisiz ve tembeller hiçbir zaman yüksek mevkilere çıkamazlar. Osmanlılar'ın muvaffakiyeti ve bütün dünyaya hakim bir ırk olmalarının hikmeti budur; Türklerin en büyük düşmanı budur.

                    Bu ifadeler de Türklerin insani ve ahlaki yönlerinin ne derece gelişmiş olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Yüksek kültür ve medeniyetlerinin daha pek çok örneği vardır. Şehirlerindeki düzen, güvenlik ve huzur bunun bir örneğidir.
Tarihte Türk düşmanı olarak tanınan Fransız Guer bile, imparatorluk devri Türkiyesi'ndeki emniyet ve asayiş ile ilgili olarak şu yorumu yapmıştır:
İstanbul'da ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün şehirlerinde görülen emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır ki, Türkler görülmemiş bir şekilde ve son derece medenidirler ve uzun süre itham edildikleri, suçlandıkları, barbarlıkla hiçbir alâkaları yoktur.
17. yüzyılda Thevenot da aynı noktaya işaret etmiştir:

                 Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört katil vakası görülmemiştir. Ticari emtia ile dolu olan muazzam kervansaraylar bir tek adam tarafından korunuyor... Türkler çok dindar, insaniyet sever ve şefkatlidirler. Aralarında içki, kumar ve kavga yoktur.
Bu iki örnek de yine Türklerin medeni ahlaklarının toplum yaşantılarına olan yansımasıdır ve yabancıların hemen dikkatlerini çekmesi açısından önemlidir.
Osmanlı tarihi yazarı Avusturyalı Baron von Hammer eserinin 19 ciltlik Fransızca tercümesinin 1835'de çıkan önsözüne şöyle girer: "Osmanlı İmparatorluğu geniş bir imparatorluktur. Ve tarih bakımından sonsuz önem arz eder… Bir devdir ki, güçlü kolları, aynı zamanda üç kıtayı kavrar. Bütün imparatorluklar gibi bir gün düşerse Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında bırakacağı enkaz bu üç kıtayı kaplayacaktır… Osmanlı İmparatorluğu bugün (1835) bile gücünün doruğunda iken haiz olduğu genişlikten daha geniş ülkeleri elinde tutmaktadır."

Fransız düşünürlerinden Rene Herpin şöyle yazar:
Türkiye bugün (1629) dünyanın geri kalan bütün devletlerinin toplam gücü üzerinde bir kudrete haizdir.
Birleşik Amerika'nın Osmanlı Devleti nezdinde son büyükelçisi olan Fransız müsteşriki (doğubilimcisi) Sauvagat:
İslam tarihi Osmanlılar derecesinde güçlü ve istikrarlı bir siyasi yapıya şahit olmamıştır... Bilhassa 16. ve 17. asırlar boyunca Avrupa'nın en büyük, en geniş, en istikrarlı ve en muazzam mali kaynaklara sahip devleti, Osmanlı idi. İdare cihazı Osmanlı halkının yararlarına göre düzenlenmiş muntazam bir teşkilattı. Donanması bütün Akdeniz'e egemendi. Türklerin en büyük erdemlerinden biri olan disiplin, imparatorluğun her yerinde hükümrandı. İstanbul dünyanın en büyük medeniyet merkezi olarak, her ziyaret eden Avrupalı gezginin gözlerini kamaştırıyordu.

Franz Babinger

Alman müsteşriki Babinger:
Osmanlı İmparatorluğu gerçek bir cihan devleti (Weltreiches) idi.

İngiliz tarihçisi Downey:
Osmanlı Devleti cihan tarihinin en şaşırtıcı, en harikulade tezahürlerinden biridir. Bütün Akdeniz uygarlığını bir imparatorlukta toplamaya teşebbüs etmiştir.

İngiliz tarih filozofu Toynbee:
Bütün tarih boyunca Orta Doğu'yu egemenliğinde birleştiren tek devlet Osmanlı İmparatorluğu'dur. (Balkanlar ve Arap ülkeleri). Bunu ne Pers ne Roma, ne Arap imparatorlukları başaramamışlardır.

Arnold Toynbee

Toynbee ayrıca Osmanlı Devleti'nin, Arapça konuşan bütün kavimleri aynı devletin çatısı altında topladığına da dikkat çeker. Osmanlı'nın yerine geçen sömürgeci Avrupa devletlerinin hiçbirinin, ne İngiltere, ne Fransa, ne İtalya, ne de Rusya'nın bu ülkeleri Osmanlı derecesinde iyi yönetemediklerini, çok kısa zamanda da yerlerini Balkan ve Arap devletlerine bıraktıklarını, halbuki bu ülkeleri, Osmanlı'dan daha iyi yönetecekleri iddiasıyla Osmanlı'nın elinden aldıklarını anlatır. Orta Doğu'ya tarih boyunca ve günümüze kadar en iyi yönetimin Osmanlı tarafından getirildiğini, Osmanlı'nın hakkıyla Roma İmparatorluğu'nun varisi bulunduğunu da sözlerine ekler.

        
                Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun, bu imparatorluğu asırlar boyu üstün başarılarla yöneten Türk sultanlarının ve Türk insanının saygınlığı ortadadır. Arşivler yabancı gözlemcilerin bu yöndeki ifadeleriyle doludur. Burada verilenler ise elbette sınırlı birkaç örnekten ibarettir.

               Tüm bunlar göz önüne alındığında, Türklerin insanlık tarihi boyunca diğer milletlere kıyasla gerek devletleriyle, gerekse fertleriyle son derece medeni ve ileri bir yaşam sürdükleri anlaşılır. Bu bölümde yer verilen tarihi gerçeklerden, yabancı tarihçi ve gözlemcilerin fikirlerinden de anlaşıldığı gibi Türklerin, haklarındaki çirkin ithamlarla hiçbir ilgileri yoktur. Tüm tarihi deliller ve şahitler Türklerin müstesna özelliklere sahip, ilim-irfan sahibi, medeni ve güzel ahlaklı insanlar olduklarını ortaya koymaktadır.

SONUÇ

                Bu bölümün başında, "insanlar arasında bir ırk ayrımı yapılamaz, milletleri değerli kılan etken ise onların tarihleri ve bu tarih içinde sergiledikleri ahlak özellikleridir" demiştik. Bölüm boyunca incelediğimiz bilgiler ise, bu kıstaslar karşısında Türk Milleti'nin çok üstün ve şerefli bir millet olduğunu göstermektedir. Türkler, tarihe yön vermiş, büyük medeniyetler kurmuş ve üstün ahlak özellikler sergilemiş köklü ve onurlu bir millettir.
Türk düşmanlarının bunu bilmediklerini düşünemeyiz. Onlar da elbette düşman oldukları milletin vasıflarının bilincindedirler. Ama düşmanlıkları, onları Türk Milleti'ni kötülemeye itmiştir. "Barbarlık", "ilkellik", "vahşilik" gibi birtakım kavramları, bu kavramlarla aslında hiçbir şekilde ilişkilendirilemeyecek olan Türk Milleti'ne atfetmişler, bu şekilde Türklere duydukları nefrete bir dayanak bulmaya çalışmışlardır.

                 Charles Darwin de aynı konumdadır. Darwin'in, Türklerin gerçek tarihini hiç bilmediği düşünülemez. Ancak amacı gerçeklere dayalı bir yorum yapmak değil, İngiliz emperyalizminin çıkarlarını korumak olduğu için, Türkleri kasıtlı olarak kötülemiştir. Britanya İmparatorluğu'nun Osmanlı'yı parçalayıp Türk Milleti'ni köleleştirme planına "bilimsel" destek sağlayabilmek için, "Türkler yakında yok olacak aşağı bir ırktır" gibi hezeyanlar sergilemekten ve bunu bilim adına söylediğini iddia etmek gibi bir yalanı ortaya atmaktan çekinmemiştir.

                Dolayısıyla Darwin, iki bin yıllık Türk tarihinin gerçeklerinin tümüne yüz çeviren, Türkleri en olmadık bir sıfatla karalamaya çalışan ve ortaya attığı yalanla Türk Milleti'nin yok olmasını ümit eden büyük bir Türk düşmanıdır. Diğer tüm Türk düşmanlarına sözde bilimsel bir temel sağladığı için de, belki "Türklüğün en büyük düşmanı" sayılabilir.
Bu durumda milletini ve vatanını seven her Türk'ün de Darwin'i düşman olarak kabul etmesi gerekmektedir.